Yeni İlâhımız; Evlatlarımız

Uncategorized

 

Evlatlarımızı İlah Yaptığımızın Farkında Mıyız?

 

     Allah cc bildiğimiz ve bilmediğimiz âlemlerin tek yaratıcısıdır ve yarattığı varlıkların nelere ihtiyacı olduğunu en iyi bilen O’dur. Bundan dolayı varlıklar kendi başlarına, fakat Allah’ın kurallarına aykırı kurallar getirip uygulamaya koyarsa bu hem haddi aşmak olur, hem de düzeni bozar.

     Bir şeye gereğinden fazla önem vermek o şeyi ilah edinmek manasına gelir. Hayatımızda Allah’tan başka her şeye gereğinden fazla önem verdiğimiz için mâsiva sayısınca (Allah’ın zâtı dışındaki her şey) ilahlarımız var demektir.

     İnsanlıkla birlikte var olan ama toplumun bilgi-cehalet durumuna göre değişen evlatlarımıza bakış açımız, günümüzde evlatlarımızı ilah olarak görme noktasına gelmiştir. Evet, doğru okudunuz. Evlatlarımızı ilah olarak görüyoruz. Onların bize Allah’ın bir emaneti olduğu gerçeğini unutarak onlara, onların zararına olacak şekilde gereğinden fazla sözde merhamet göstererek, yere basma gözüme bas mantığıyla eğiliyoruz.

     Evlatlarımıza balık tutmayı öğretmemiz gerekirken her seferinde balığı biz tutup pişmiş olarak çocuklarımızın önüne koyuyoruz. Üstelik çocuklarımız zahmet çekmesin diye balıkların kılçıklarını itina ile ayırıyor ve ayırmış olduğumuz balık etlerini ağızlarına kadar bile biz götürüyoruz. Elimizden gelse çocuklarımızı çiğneme zahmetinden kurtarmak için o balıkları kendi ağzımızda çiğneyerek çocuklarımıza vereceğiz. İnanın müşrikler bile kendi ilahlarına bu kadar eğilmiyorlardı. En azından onların bakımını yaparken gözünü zedelemeyeyim, kulağını ezmeyeyim diye bir düşünceleri yoktu. Ama biz, çocuklarımız eziyet, eksiklik çekmesin, of demesin diye elimizden gelenin fazlasını yapıyoruz.

     Çocuklarımız açlık nedir, yokluk nedir, eksiklik nedir hiç bilmiyor. Çünkü eksikliği hemen gidererek bu duyguları tatmalarına izin vermedik. Bırakın açlığı, yokluğu, eksikliği. Çocuklarımız üşümeyi bilmiyor. Üşümesine, o zor duyguyu tatmasına hiç müsaade etmedik, en sıcak elbiseleri alarak. 40 derece güneş altında çalışmak nedir hiç tattırmadık, klimalı mekanlarda saklayarak. Ayakkabısızlık nedir hiç bilmiyor ki, her giysiye ayrı onlarca çift ayakkabıyı dolabına koyarak. Telefonu bozulduğunda hiç bekletmedik, aynı gün yenilemek varken. 20-25 yaşlarında gelinlik kızlarımız yemek yapmasını bilmiyor, öğretmedik, dışarıdan, internetten söylemek dururken. Onuru kırılmak nedir? Nereden bilecek, hiç müsaade etmedik ki. Bırakın tokat vurmayı, hata veya yanlış yaptığı için çocuğumuza sadece bağıran öğretmenini haklamak, “çocuğuma nasıl bağırır, onurunu kırar, özgüvenini zedelersin” demek için okulu bile bastık, öğretmeni tartakladık. Çocuklarımızı hep haklı gördük, aslında haksız olduklarını bile bile. Onlara hiç toz kondurmadık.

     Bütün bunları çoğu kez “ben çektim, çocuğum çekmesin” düşüncesiyle yaptık, yapıyoruz. Allah insanı sıkıntı, eziyet, zorluk gibi duyguları yaşayarak olgunlaşacak şekilde yaratmıştır. Sen zorluk çektin, sıkıntı çektin adam oldun. Çocuğuna zorluk çektirmemen, çocuğunun adam olmasını istememen demektir. Çocuğunun adam olmasını, hayata en iyi şekilde hazırlanmasını istemiyor musun? Hem adam olmak okulda 9-10 not ortalaması yakalamak, üniversite sınavında derece elde etmek, iyi bir üniversitede okumak, bilmem kaç bin dolarla büyük şirketlerde çalışmak veya devlet kadrolarında başkan, müdür, vali ve saire olmak mıdır?

     Yaptığımız bu davranışlar çocuklarımız için iyilik midir yoksa kötülük müdür? Biz her zaman çocuklarımızın yanında olabilecek miyiz? Yarın öbür gün ölüp gittiğimizde çocuklarımız, yanlarında onların her türlü problemini çözen, onları her türlü sıkıntıdan, zorluktan, eziyetten kurtaran, arkalarında dağ gibi duran ebeveyni olmayacağından hayatın o zor olan gerçek yüzü ile tanışacak, daha önceden onlara sözde acıdığımızdan dolayı bu olayları tecrübe etme imkanı tanımadığımızdan dolayı çok büyük sıkıntılar, hatta travmalar yaşayacaklardır.

     Hayvanlar bile kendi yavrularını belli bir zamana kadar koruyup beslerken belli bir zamandan sonra onları kendi kendilerine yetecek duruma gelmeleri ve hayatın gerçek yüzünü bir nebze olsun görebilmeleri için bize göre zalimce nitelenebilecek davranışlarda bulunmaktadır. Hayvanlar bile neyin zulüm, neyin merhamet olduğunu bilme erdemini gösterebilirken, biz bu hayvanlardan daha mı aşağı derecedeyiz ki kendi evlatlarımız için bu erdemi gösterme erdemini gösteremiyoruz. Merhamet yapayım derken zulmün dik âlâsını yapıyoruz!

     Böyle olunca da Fatih Sultan Mehmet Han’ın Osmanlı tahtına oturduğu yaştaki çocuklarımızı bakkala, çöp atmaya göndermeye çekindiğimiz gibi, yine Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethettiği yaştaki çocuklarımızı da uzak yerlere tek başına göndermeye, tek başlarına bazı işleri gördürmeye çekiniyoruz.

     Mevcut eğitim sistemimiz çocuklarımızı ancak 23-24 yaşlarından sonra bir şeyler yapabilecek duruma getirmiş ve onları ana kuzusu gibi yetiştirmemize sebep olmuşken, bizim de buna çanak tutmamız doğru bir davranış olmasa gerektir. Evet, onlar bizim kuzularımızdır ama bu millete, bu devlete, bu ümmete ana kuzusu değil, avını kaçırmayan kurtlar, bir pençeyle parçalayan arslanlar gerektir.

     Çocuklarımızı sorumlu bireyler olarak yetiştirmemiz evimizden başlar. Bir kere şunu kesin olarak bilmemiz gerekir ki çocuklar için en etkili model anne-babadır. Yani ebeveyndir. Çocuk evde gördüğü şeyleri taklit eder. Elinde sigara olan bir babanın çocuğuna sigara içme demesi bir işe yaramaz. Evine misafir gelmeyen bir ailenin çocuğu misafiri sevmez. Bayramları tatilde geçiren bir ailenin çocukları büyüklerini ziyaret etmez. Küfürlü konuşan ebeveynin çocuğu küfürbaz olur. Akşama kadar telefon ve televizyon başında vakit geçirdiği için ev işlerini aksatan annenin kızı da aynısını yapar. Yani anne-baba ne yapıyorsa çocukları da onu yapar.

     Bununla birlikte önce sözlü, sonra uygulamalı eğitimlere önem vermemiz gerekir. Mesela kız çocuklarımıza genel olarak evde yapılması gereken ev işlerini, erkek çocuklarımıza da babalar tarafından evdeki ufak tefek tamiratlar ve bayanların yapamayacağı, güç yetiremeyeceği işleri yaptırmakla alıştırmalara başlamamız gerek. Çocuklarımızı evin ihtiyaçları için bakkal, market, fırın, pazar, mağaza gibi yerlere gönderip alışverişi, hatta ileriki safhalarda ihtiyaç listesini de onlara hazırlatmak, ilk etapta pazar, fatura, daha sonra evin geçim bütçesini yönetmelerini sağlamak, ailevi kararlarda onların fikrini almak gibi yaklaşımlarımız, çocuklarımızın güçlü bireyler olarak yetişmelerini sağlayacaktır. Sadece evi çekip çevirmekle ilgili değil, onlara dışarıdaki resmi-özel işleri yapma deneyimi de sağlamalıyız. Onlara sorumluluk bilinci aşılamamız lazım. Bu da ancak onlara sorumluluk yükleyip takibini yapmakla olur. Yani, şunu biliyoruz ki çocuklarımız yarın bir gün bu durumlarla kesinlikle karşılaşacaklar. O zaman bizim gözetimimizde yaşayarak doğrusunu öğrenmelerini sağlamamız gerekmektedir.

     Mesela 10 yaşındaki kızınızın tek başına kek yapmasına, erkek çocuklarınızın da evdeki ampulü, musluğu değiştirmesine müsaade edin. Ama ortalığı un kaplamasına, su basmasına da ses çıkarmayın. Çünkü çocuklarımız bu safhalardan geçerken, yani öğrenirken elbette ki kıracak, dökecek, dağıtacak, bozacak, hata edecek. Bu safhada onlara hatalarını yumuşak bir dil ve sabırla anlatarak, heveslerini ve özgüvenlerini dumura uğratmamak için gayret göstermek zorundayız.

     Çocuğuna dünyalık bir şeyler bırakmak için gece gündüz çalışıp didinen, bu yüzden de kulluk borcunu yerine getirmeye zaman ve güç yetiremeyen müslüman! Allah sana çocuğuna neden ev, iş, araba, para bırakmadın diye sormayacak. Sen Allah’tan daha mı merhametlisin de Allah seni sorumlu tutmadığı halde sen sözde merhamet göstererek bunu kendine görev addediyorsun. Peygamber efendimiz (sav) “Bir baba çocuğuna güzel ahlaktan daha üstün bir miras bırakamaz” (Buhari) buyurmuşlardır. Şunu unutmayın ki çocuğunun sadece dünyalığı için çalışan, onu en iyi okullarda okutup ona ev alıp, iş kurup, bankada birikim hazırlayanların çoğu bunun karşılığını ihtiyarladığında huzur evine gitmek olarak göreceklerdir. (Kulluk vazifelerini yerine getiren, Allah’ın da kendisine zenginlik verdiği kimsenin çocuklarına Allah’ın emrettiği şekilde mal bırakması konumuz dışındadır).

     Halbuki çocuğunu en iyi okullarda okuturken ona Kuran okumayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekat-sadaka vermeyi-verebilmeyi, saygılı olmayı, helali ve haramı… da öğretsen o zaman ona bırakacağın dünyalık hayır yerine geçer. Mesela çocuğun doktor olsun, ama hafız bir doktor. Çocuğun hakim-savcı olsun, ama fıkhı iyi bilen bir hakim-savcı. Çocuğun mühendis olsun, ama dinini iyi bilen bir mühendis.

     Kuşlar, uçaklar tek kanatla uçamadıkları gibi insan da sadece dünya ilimlerini öğrenerek terakki edemez. Yani ilerleyemez. Hem din, hem dünya ilimlerini öğrenip iki kanatlı olması lazım. Osmanlı öyle yaptı, dünyaya hükmetti. Ne zaman ki o sistemi bozdu, yıkılıp gitti. Bediuzzaman Said Nursi hazretleri “vicdanın ışığı din ilimleridir, aklın nuru fen bilimleridir. Sadece fen bilimleriyle giden şüpheci, sadece din ilimleriyle giden taassupkâr olur. Fakat ikisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar” buyurmuştur.

     Kuran’ı Kerim’i ezberlemek bazılarına boş bir iş, hatta angarya olarak gelebilir. Ama yaşantımızda yaptığımız ne kadar boş ve angarya işlerimiz var. Düşünün ki; yayımlanmış kitapları olan ünlü bir şair ile bir görüşme yapacaksınız. Görüşmeden önce, görüşmenin güzel geçmesi için o şairin kitaplarından alır okur, hatta bazı şiirlerini ezberleyerek görüşmeye gidersiniz. Doğru olan da budur. Bu, şairin önemsenmediğini gösterir. Peki ahirette kesin olacak bir görüşme için, neden bu görüşmenin sahibi olan zâtın kitabını okumuyor ve hatta belirli bölümlerini veya tamamını ezberleyerek bu görüşme için hazırlık yapmıyor, çocuklarımıza bu düşünceyi aşılamıyoruz? Bunu yapmayışımız, Allah’ı önemsememek ve kitabına değer vermemek manasına gelmez mi? Böyle bir davranış ahmaklığın katmerleşmiş hâlidir. Demek ki ne kadar ahmakmışız da haberimiz yokmuş.

     Ama gel gör ki insan unutkan ve acelecidir. Yaratılış gayesini unuttuğu gibi görevlerini de unutur. Evladını ve mülkiyeti altında olan şeyleri, Allah’ın emaneti olduğu gerçeğini unutarak kendisinin zanneder. Sabırsızdır, her şeye bir an önce sahip olmak ister. Gerçek elmasları görmezden gelirken, renkli cam parçalarına elmas muamelesi yapar. İçinde dünya kadar sevgi vardır ama o bu sevgisini dünya için kullanır, hata eder. Bütün sevgisini eşine (ailesine), aşına ve işine (malına, ilmine, makamına) verir. Şairin dediği gibi; “Herkesin acısı sevgisi kadar”. Sahip olduğumuz, aslında emanetçisi olduğumuz şeyleri ne kadar çok seversek, onlardan ayrıldığımızda (ki bir gün mutlaka ayrılacağız) o kadar çok acı çekeriz.

     Allah’ın bir ismi şerifi de Munevvil’dir. Yani varlıklara layık oldukları nimetleri veren. Biz de sahip olduğumuz şeylere layık oldukları şekilde muamele eder, onları layık oldukları kadar, daha doğrusu manayı harfi ile (Allah namına) sever ve onların sadece emanet olduklarını bilirsek o zaman hem onlara doğru şekilde yaklaşmış, hem de ayrıldığımızda acı çekmemiş oluruz. Çünkü biliriz ki emanet bir gün sahibine iade edilecektir.

     Bütün bu anlatılanlar ışığında evlatlarımıza ve bütün sahip olduklarımıza layık(!) oldukları şekilde muamele edelim. Ne eksik, ne fazla. Çünkü ikisi de zulümdür. Bağışlayın, tuvalet taşı tuvalette hizmet görmek için vardır. Sen, sözde merhamet göstererek onu pisliğin içinde olmasın diye tuvalete değil de salona koyarsan bu zulüm olur. Dolayısıyla hakkını vermediysen de, fazla verdiysen de zulmetmiş olursun. Zulüm ise büyük bir günahtır.

Selam ve dua ile…

Ayhan Kaplan

akaplan61@gmail.com
ayhankaplan@yaani.com

ORCID iD iconhttps://orcid.org/0000-0003-0231-3564

 


 

3 thoughts on “Yeni İlâhımız; Evlatlarımız

Bir Yorum Yazın